Bizde bir alışkanlık vardır. Ayakkabıları kapının önünde çıkartırız. İçeri almayız.
Hatta apartmana, bahçeye, bakkala, garaja bir çıkıp gelmek gerektiğinde kolay olsun diye birer de terlik vardır dış kapının önünde...
Ben de böyle yapıyorum.
Kendimi bildim bileli, kapıya ayakkabı bırakma konusu bir görgü meselesi olarak tartışılır durur. Bunu özellikle kadınlar yapar.
Herkes, ayakkabılarını kapısında bırakmadığı konusuyla övünür durur. Oysa kapıyı açıp baktığınızda, apartmana indiğinizde ayakkabı ve terlik dağlarıyla karşılaşırsınız.
Ahhh bu kapıda ayakkabı bırakmayan insanlar nerelerde...
Biz daha da ileri giderek güzel ya da derme çatma bir ayakkabı dolabını da kapıya koyarız.Oraya daha da güzel yığdırırız. Öyle ki tek tük ayakkabılar kendilerini raflardan aşağı atarlar.
Onlar dekoratif unsur olarak sağda solda kendilerine yer bulurken, günlük kullandıklarımız burada yer bulamadığından, ya da basitçe üşendiğimizden yine kapı önünde bir orkestrasyon başlar.
Bir de üstüne yaz gelip, çoluk çombalak eve doluştuğunda, merdivenlerden çıkarken komşuların ayakkabıları üzerinden atlarız.
Bunları sağa sola ayar vermek, görgü kurallarını öğretmek için yazmıyorum. Yooo.
Sadece iyice yaz gelmeden kafada bir alıştırma yapmak gereği duydum. Üstelik artık bundan rahatsız olmuyorum çoğu kez.
Oysa gâvurda öyle mi Onlar eve ayakkabılarıyla giriyor, yetmezmiş gibi zaten evde de ayakkabılarıyla dolaşıyor. Hani bazen filmlerde görüyoruz ya çok yorgun olduklarında yatağa bile ayakkabıyla giriyorlar.
Hele hele bu sonuncusunu biz çok ayıplarız. Iıığğ mide bulantısı...
Dediğim gibi ama biz ayakkabılarımızı komşuların ağzına sokarız, rahatsız olmayız bundan.
Ben de böyle yapıyorum.
Kentlileşen bazı yurttaşlar, şehirlerde bakarsınız, ayakkabıları kapının önünde bırakmazlar. Medenileşmenin bir göstergesi olarak.
Ben garip bir şekilde buralarda da rahat edemiyorum. Kapının önünde rahat bir şekilde, sere serpe yayılamayan ayakkabı ve terliklerin hayaletleri yakamı bırakmıyor.
Nasıl yaşamak istediğime bir türlü karar veremedim.
Bizde ' evin sahibi' olan kadınlar, evin içine çiçek gibi bakarlar, alimallah o evlerde bir toz zerreciği uçamaz. Bütün pislik kapının dışında kalmalı.
Ama yaşadığımız binalar bir nebze de olsa kirli olabilir. Örneğin çöplerimizi akıtabiliriz oralara. Çamurlu ayakkabılarımızdan toprak bırakabiliriz. Yediğimiz, içtiğimiz şeyleri döküp saçabiliriz bir ölçüde.
Geriye de dönüp bakmayız. Hele hele apartmandan bir çıkalım, o zaman var ya her yer istediği kadar pis olabilir.
Arabada giderken sigara biter, boş paket hemen giden arabanın rüzgarıyla birlikte özgürlüğüne kavuşur. Küllükte izdihama uğrayan izmaritler yollarda bireysel hayatlarına kavuşur. Suları biten mini mini pet şişeler de onlara arkadaşlık eder. Gofret ambalajları, peçeteler, herşey ama herşey dışarıda hayatını yaşıyor.
Kendi şenliğimizi yaratamasak da, küçüklü büyüklü 'metalarımızın' şenlikli toplumunu beslemeyi hiç ihmal edemeyiz. Yaz günlerinin en sıcak, bunaltıcı günlerinde, boşalan şehirlerde şenlik azalırken, kıyılarda, piknik yerlerinde, yazlık önlerindeki çöp dağları kendi şenlikli toplumlarını bize inat, bizim sayemizde yaşamakta.
Ve ben artık bunlardan rahatsız olmuyorum.
Şu sıralar beni daha çok rahatsız eden konular var. Şu sıralar ben, yaşadığım yerde hemşehrilerimin, ülkedaşlarımın, komşularımın, arkadaşlarımın ve evet kendimin beyninden dışarıya taşan çöp yığınlarıyla meşgulum.
Öyle ki kapıdaki ayakkabı, sokaktaki çöp dağları gözüme şirin görünmeye başladı. Beyinlerden sızan, sokaklara taşan ifrazat beni boğuyor.
Sokakta yürürken, bahçede dolaşırken tanıdığım, tanımadığım insanların birbirleriyle konuştukları rüzgarla bana kadar geliyor. Sanki insanlar konuşmuyor, içindeki iltihabı akıtıyor. Alışverişte bir anda yanıbaşımda birisi aklında oracıkta üretiverdiği çöpünü dışarı boşaltmaya başlıyor.
Ben sanki farklı mıyım Sürekli içimdeki zehiri çevremdekilere kusan bir makine gibiyim, pisliğe bulaşmışım, kendimi kirli hissediyorum, kendimden usanmışım, yine de ifrazatın sızmasına engel olamıyorum.
Kiminle konuşursam konuşayım birdenbire karşımdan bana doğru sel gibi cerahat fışkırıyor. Boğuluyorum. Yüzümü, gözümü kapatıp oradan uzaklaşmak istiyorum.
İşte böyle, bünye hastalığı artık içinde tutamıyor. Bir tek evlerin içi temiz bu topraklarda.. Geri kalan her yeri pislik götürüyor, en çok da kafalarımızın içini.
Ben bıraktım, ayakkabılar bir dışarıda kalsın. Kalabilir yani bu şartlar altında. Şu sıralar katlanabildiğim en küçük dağınıklık, en az mütecaviz olan şey onlar...